Ekonomik büyüme lehine ileri sürülen yaygın argümanlardan biri ayrışmadır (decoupling). Bu argümandan sıklıkla yeşil büyüme olarak da bahsedilir. Bu yazıda bu argümanla ilişkili teorik ve empirik kanıtları inceleyeceğiz.
Genellikle ayrışma ve yeşil büyüme birbirinin yerine kullanılan kavramlar olsa da yeşil büyümenin bir ayrışma programı olduğunu söyleyebiliriz. Esasında ayrışma ekonominin enerji ve materyal girdi-çıktısının azaltılmasıyla sonuçlanacağı için küçülme paradigmasıyla (degrowth) aynı amacı taşımaktadır. Bu açıdan ayrışma konusunda küçülme paradigması alternatif bir program sunmaktadır. Küçülme paradigması ekonominin enerji ve materyal girdi-çıktısının azaltılmasının GSYH’nın da düşmesiyle sonuçlanacağını iddia eder. Dolayısıyla, küçülmenin temel iddiası GSYH ile ölçüldüğü şekliyle ekonomik büyümenin ve sürdürülebilirliğin birbiri ile çelişkili olduğudur. Yeşil büyüme ise ekonomik büyüme ve sürdürülebilirliğin uyumlu olduğunu çünkü ekonomik büyümenin, enerji/materyal tüketiminden ve çevresel etkilerden ayrışabileceğini iddia eder. Küçülme paradigmasına göre ekonominin enerji ve materyal girdi-çıktısının planlı bir şekilde azaltılması gerekirken, yeşil büyümeye göre bu mevcut ekonomik kurumlar aracılığıyla büyük ölçüde enerji ve materyal verimliliğin artması sayesinde gerçekleşecektir.
Ayrışma için teorik ve empirik kanıtlara geçmeden önce farklı ayrışma türlerini sınıflandırmakla başlayalım. İki değişken zaman içerisinde orantılı bir şekilde gelişim gösteriyorsa bunların birbirine bağlı (couple) olduğu söylenir. Ayrışma bu orantılılığının bozulmasını ifade eder. Bu iki değişken genellikle GSYH ve belirli bir kaynağın tüketimi ya da belirli bir çevresel etkidir. Ayrışma göreceli (zayıf) veya mutlak (güçlü) olabilir. Göreceli ayrışma GSYH artışının (ekonomik büyümenin), kaynak tüketimindeki ya da çevresel etkideki büyümeden daha hızlı olduğu anlamına gelir. Mutlak ayrışma GSYH’nın artarken kaynak tüketiminin ya da çevresel etkinin düştüğü anlamına gelir. Burada fark edilebileceği gibi ayrışmayı kaynak ayrışması ve etki ayrışması olarak da ikiye ayırmak mümkündür. Göreceli ayrışma, mutlak ayrışmaya yol açmak zorunda değildir. Göreceli ayrışma ekonominin ölçeğinden ziyade ekonominin verimliliği ile daha çok ilgilidir. Aşağıdaki görsel farklı ayrışma türlerini anlamak açısından faydalı olacaktır:
Coğrafi kapsamı açısından ayrışma küresel ya da yerel olabilir. Yerel ayrışma küresel ölçekteki bir ayrışmayı gerektirmez. Aslında bakılırsa yerel düzeydeki ayrışma çoğu zaman küresel ölçekteki bağ ile ilişkilidir. Bu açıdan özellikle küresel problemler için küresel göstergelerin kullanılması önemlidir. Örneğin, iklim değişikliği açısından önemli olan küresel ölçekteki sera gazı salınımıdır. Günümüzde küreselleşme nedeniyle bir kaynağın çıkarıldığı, üretimin ve tüketimin yapıldığı yerler arasındaki bağlantı koptuğu için kaynak tüketiminden ve çevresel etkilerden kimin sorumlu olduğunu belirlemek zorlaşmıştır. Bu konuda ayrışma çalışmaları genellikle üretim-temelli (bölgesel) ya da tüketim-temelli yaklaşımları kullanırlar. Üretim-temelli yaklaşımlar ithalatçı ülkelerdeki ayrışmayı yüksek tahmin etme ve ihracatçı ülkelerdeki ayrışmayı da küçük tahmin etme eğilimindedir. Zaman açısından ayrışma geçici ya da kalıcı olabilir. Bu açıdan ayrışma çalışmalarında incelenen periyodun genişliği de önemlidir.
Öncelikle ayrışmanın teorik olarak olası olup olmadığını inceleyeceğiz. (Parrique, 2019) ayrışma hipoteziyle ilgili yedi teorik argümanı ele alır. Bunların bir kısmı ayrışmaya karşı ileri sürülen argümanlardır, diğerleri ise ayrışma destekçileri tarafından ileri sürülen argümanlardır. Bu argümanları sırasıyla değerlendireceğiz.
Ayrışmaya karşı ileri sürülen argümanlardan başlayalım. İlk bahsedeceğimiz argüman artan enerji maliyetleri olarak adlandırılır. Bir doğal kaynak ilk kez çıkarılmaya başlandığında genellikle yüksek kalitedeki ve kolay çıkarılabilir seçeneklere öncelik verilir, bu türden rezervler tükendikçe ya da teknoloji geliştikçe daha düşük kalitede ve zor çıkarılabilir olan rezervlere yönelinir (West, 2011). Bunu zaman içerisinde düşen cevher tönerlerinden (cevher içerisinde mineral miktarının toplam kütleye oranı) görmek mümkündür. Düşük kalitedeki rezervlerin ekstraksiyonu daha karmaşık ve gelişmiş teknolojilerin ve daha fazla enerji ve materyalin kullanımını gerektirir. Bütün bunlar çıkarılan materyal başına sera gazı salınımı gibi çevresel maliyetlerin de artmasına sebep olur (Prior ve ark., 2012). Dolayısıyla uzun vadede toplumun ihtiyaç duyduğu aynı miktarda doğal kaynağın çıkarılması giderek daha fazla enerji ve materyal gerektirmesi ayrışma için bir engel teşkil eder. Buna ek olarak artan enerji maliyetleri yeşil olsun veya olmasın ekonomik büyüme için bir sınır oluşturur (Murphy ve Hall, 2011; Capellán-Pérez ve ark., 2018).
Bazı mekanizmalar ayrışma yanılgısının ortaya çıkmasına sebep olabilir. Bu mekanizmalardan biri problemin bir çevresel etkiden diğerine ya da bir kaynaktan diğerine kaydırılmasıdır (Ward ve ark., 2016). Bu tür ayrışma örneklerine kısmi ayrışma denir. Örneğin, fosil yakıtların kullanılmaya başlanmasıyla ekonomik büyümeyi balina yağının tüketiminden ayrıştırdık. Fakat bu aynı zamanda ekonomik büyümenin, fosil yakıtların karbon salınımı gibi çevresel etkilerine ya da fosil yakıtların tükenmesi problemine bağlanması (coupling) anlamına gelir. Burada şunu da vurgulamamız gerekir ki çoğu durumda bir kaynağın yeni bir kaynakla ikamesi eski kaynağın tüketiminde mutlak bir düşüşe sebep olmaz. Önceki yazıların birinde açıkladığımız gibi balina örneğinde de durum budur. Dolayısıyla kısmi ayrışma, ekolojik sürdürülebilirliğin şartı olan mutlak ayrışma anlamına gelmez.
Ayrışma yanılgısına yol açabilecek diğer bir mekanizma çevresel maliyetlerin bir ülkeden diğerine kaydırılmasıdır. Gelişmiş ülkeler bunu endüstrilerini gelişmekte olan ülkelere kaydırarak (offshoring) yaparlar. Bu hipotezi destekleyen ampirik kanıtlar da bulunmaktadır. (Hardt ve ark., 2018) 1997-2013 yılları arasında Birleşik Krallığın enerji tüketimindeki değişimi inceler ve ekonomideki yapısal değişimin söz konusu yıllar arasındaki enerji tüketimindeki düşüşe en fazla katkı yapan ikinci faktör olduğunu ve yapısal değişimin neredeyse tamamının enerji-yoğun üretim sektörlerinin yabancı ülkelere gönderilmesinden kaynaklandığı bulur.
Ayrışmanın olasılığını belki de en fazla düşüren fenomenlerden biri rebound etkisidir. Rebound etkisi ilk olarak William Stanley Jevons tarafından “The Coal Question” kitabında ortaya konduğu için sıklıkla Jevons paradoksu olarak da anılır (Missemer, 2012). Daha yakın zamanlarda aynı etki Daniel Khazzoom ve Leonard Brookes isimli iki iktisatçı tarafından tekrar ortaya kondu ve Khazzoom- Brookes prensibi olarak adlandırıldı (Saunders, 1992). Basitçe ifade etmek gerekirse bütün bu konseptler enerji kullanımındaki artan verimliliğin tüketimi azaltmak yerine arttıracağını söyler. Rebound etkisi %100’ün üstünde (backfire) ya da altında (kısmi rebound) olabilir. Rebound etkisi konusunda iki temel soru rebound etkisinin boyutunun ne olduğu ve rebound etkisine yol açan mekanizmaların neler olduğudur. (Lange ve ark., 2021) dört ekonomik seviye için (mikro, mezo, makro, küresel) dört farklı rebound etkisi tanımlar ve farklı seviyelerde çalışan toplam 18 rebound mekanizması önerirler. Örneğin, mikro seviyede araba üreticisi bir firma araba üretimindeki verimliliğini arttırabilir ve bu verimlilik artışı firmanın kârını ve üretimini arttırmasını (çıktı mekanizması) sağlayabilir. Mikro seviyede firmalara ek olarak hane halklarında da rebound etkisi görülebilir. Verimlilikteki artış fiyatları düşürerek tüketicilerin paradan tasarruf etmelerini ve bunu aynı mal ve hizmeti daha fazla ya da başka mal ve hizmetleri tüketmek için harcamalarına sebep olabilir. Rebound etkisinin büyüklüğü ile ilgili empirik çalışmalar genellikle mikro seviyedeki rebound etkisini ölçerler. Bu seviyedeki rebound etkisini ölçen çalışmaları inceleyen bir araştırma rebound etkisinin büyüklüğünün %0-50 arasında olduğunu bulur (Greening ve ark., 2000). Makro seviyedeki rebound etkisinin genellikle %50’nin üzerinde olduğu bulunur (Van den Bergh, 2017).
Ayrışma için ileri sürülen mekanizmalardan biri hizmet sektörünün genişletilmesi (tertiarisation) ve finansallaşmadır. Hizmet sektörünün ayrışmaya katkı yapıp yapmamasından bağımsız olarak sürdürülebilirlik problemini çözmediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun en basit kanıtı daha büyük bir hizmet sektörünün daha fazla materyal tüketimi (fosil yakıt) ve çevresel etkilerle (CO2 emisyonu) ilişkili olmasıdır (Fix, 2019). Bunun sebebi çok iyi bilindiği üzere ekonomik gelişmenin, iş gücünün tarımdan imalata ve imalattan servis sektörüne geçişiyle ilişkili olmasıdır. Ve ekonomik büyüme de daha fazla enerji ve materyal tüketimiyle ilişkilidir (Brown ve ark., 2011; Gordon ve ark., 2016). Dolayısıyla servis sektörünün genişletilmesi sürdürülebilirliği sağlamanın iyi bir yolu olamaz. Gelişmekte olan ülkelerin bu stratejiyi takip etmesi önümüzdeki uzun dönemler boyunca enerji ve materyal tüketiminin artması ve çevresel etkilerin şiddetlenmesi anlamına gelir.
Ayrışma için ileri sürülen teorik argümanlardan bir diğeri de geri dönüşüm ya da daha genel olarak döngüsel ekonomidir. Geri dönüşümü, döngüsel ekonomiye ulaşmanın önemli bir yolu olarak görebiliriz. Döngüsel ekonomi bütün yeşil büyüme destekçileri tarafından ön plana çıkarılan bir argüman değildir ve aslına bakılırsa büyüyen bir ekonomiden ziyade bir durağan durum (steady-state) ekonomisi için daha uygun bir konsepttir. Yeşil büyüme açısından döngüsel ekonomiyle ilgili temel problem büyüyen bir ekonominin ihtiyacı olan materyali karşılayacak kadar geri dönüştürülmeye uygun atık olmamasıdır. (Haas ve ark., 2015) küresel ekonominin 2005 yılındaki materyal metabolizmasını inceler. Çalışmanın sonuçlarının incelenmesi argümanın doğruluğu hakkında yeterli fikri verecektir. 2005 yılında ekosistemden 58 milyar ton (58 Gt) materyal çıkarılarak ekonomiye dahil oldu. Buna 4 Gt geri dönüştürülmüş materyali eklediğimizde 62 Gt işlenmiş materyal elde ederiz. Bunun %44’ü (28Gt) enerji elde etmek için kullanılır ve emisyon ya da katı atık olarak ekonomiyi terk eder. 4 Gt atık kaya olarak ekonomiyi terk eder. Geri kalan 30 Gt materyal olarak kullanılmak üzere üretim sürecine girer. Bunun 4 milyar tonu bir yıldan daha kısa ömre sahip malların üretiminde kullanılır, 26 milyar tonu ise binalar, altyapı ve diğer uzun ömürlü mallar olarak stoğa dahil olur. Stoktan 9 Gt materyal atık olarak çıkar. Sonuçta toplamda potansiyel olarak geri dönüştürülebilir olan 13 Gt atık oluşur. Akıllı telefonlar gibi karmaşık ürünlerin %100 geri dönüşümü mümkün değildir (Reuter ve ark., 2018). Fakat, 13 Gt atığın tamamı geri dönüştürülse bile ekonominin ihtiyacı olan 62 Gt materyalin ya da stoğa giren 26 Gt materyalin yanında küçük kalmaktadır. Ekonominin büyümesi bu durumu sadece daha da kötüleştirecektir. Geri dönüşüm, döngüsel ekonomiye geçisin önemli bir bileşeni olsa da ekonomik büyümeye devam edilmesi bunu gerçekleştirmenin önündeki en büyük engellerden biridir.
Ayrışma için ileri sürülen son teorik argüman teknolojik gelişmedir. Buna göre teknolojik inovasyonlar enerji ve materyal kullanımındaki verimliliği arttırarak ya da doğrudan çevresel etkileri azaltarak ekonomik büyümenin enerji ve materyal kullanımından ve çevresel etkilerden ayrışmasını sağlayabilir. Teknolojik inovasyonlar gerçekten enerji ve materyal kullanımını azaltıcı bir yönde etki edebilir ya da spesifik olarak bazı çevresel problemleri çözümüne yardımcı olabilir. Bu argümana temel itirazımız onlarca yıllık teknolojik inovasyonun tarih boyunca hiçbir zaman ekonomik büyümenin tüketimi arttırıcı yöndeki etkisine baskın gelmemiş olmasıdır (Wiedmann ve ark., 2020; Dyrstad ve ark., 2019; Hickel ve Kallis, 2019). Bunun gelecekte tersine dönmesini beklemek için güçlü gerekçelerimiz de yoktur. Dünyadaki çok sayıda ülke ekonomik olarak Batılı ülkelerle benzer gelir seviyesine erişmek için çabalamaktadır, bu ülkelerin ekonomik büyümesi sürdürülebilirlik açısından durumu sadece daha da kötüleştirecektir. Literatürde bu iddiaları destekleyen çalışmalar da bulunmaktadır. (Schandl ve ark., 2016) verimlilik artışı ve karbon fiyatlarına ilişkin farklı senaryolar oluşturarak 2010-2050 arasında enerji ve materyal tüketiminin ve karbon emisyonlarının nasıl değişeceğini bir modelle inceler. Çalışmanın sonuçlarına göre verimlilik artışının %1.5’ten %4.5’e kadar çıktığı iyimser bir senaryoda bile küresel ölçekte enerji ve materyal tüketimi artmaya devam etmektedir.
Bunlara ek olarak teknolojik çözümle ilgili problem teknolojik inovasyonların sadece enerji ve materyal kullanımındaki verimliliği arttıracak türden olmamasıdır. Teknolojik gelişmeler enerji ve materyal ekstraksiyonunu arttırmaya ya da emekten tasarruf etmek için yeni makinelerin geliştirilmesine yönelik olabilir. Bunlar ayrışmadan ziyade GSYH ve enerji/materyal tüketimi arasında daha güçlü bir bağın kurulmasını yol açar. Bunun da ötesinde neoklasik iktisadın temel ekonomik büyüme kuramından bilindiği üzere teknolojik inovasyonlar uzun dönemli ekonomik büyümenin arkasındaki temel sebepdir (Cowen ve Tabarrok., 2015).
Teknolojik çözümle ilgili başka bir problem yeni teknolojilerin eskileri yerinden etmesinin zorluğudur. Önceki blog yazılarından birinde açıkladığımız gibi büyümeye devam eden bir ekonomide yeni geliştirilen enerji kaynakları birbirini ikame etmek yerine basitçe birbirinin üstüne eklenerek toplam enerji tüketimini arttırmaya hizmet etmektedir. Bu şartlarda örneğin iklim değişikliği gibi bir çevresel problemi sadece yeşil teknolojiler geliştirerek çözmek mümkün değildir.
Ayrışmaya ilişkin ampirik literatür oldukça geniş olmasına rağmen çalışmalar çoğunlukla karbon emisyonu ve ekonomik büyüme arasındaki ilişkiyi inceler. Buna ek olarak enerji ve materyal tüketimi ve büyüme arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar da mevcuttur. Sürdürülebilirlik açısından önemli olan küresel ya da ulusal ölçekte ekolojik ayakizi olmasına rağmen bunu ele alan çalışmaların sayısı azdır. Buna ek olarak ekolojik ayakizi göstergelerini kullanan çalışmalardaki kolayca gözeçarpan metodolojik problemler nedeniyle bu çalışmaları burada ele almayacağız.
Ne yazık ki basit bir blog yazısında bütün literatürü özetlemek mümkün olmadığı için bu konuda varacağımız sonuçlar eksik kalabilir. Burada daha çok sürdürülebilirlik için gerekli olan türden bir ayrışmanın gerçekleşip gerçekleşmediğini ve genellikle gelişmiş ülkelerde gözlemlenen ayrışmanın sebeplerini araştıracağız. Ayrışmayı gözlemlediğimiz örneklerde ayrışmanın, bu pozisyonun savunanları tarafından ileri sürülen anlatıya uygun olması önemlidir. Yukarıda teorik tartışmada açıkladığımız gibi bazı mekanizmalar yanıltıcı bir ayrışma tablosunun ortaya çıkmasına sebep olabilir.
Literatürü incelemeye birkaç sistematik derleme makalesi ile başlayalım. Literatürde bulunabilecek en kapsamlı çalışmalardan biri ekonomik büyümeyle materyal/enerji kullanımı ve karbon emisyonları arasındaki ilişkiyi inceleyen 835 empirik çalışmayı analiz eder (Haberl ve ark., 2020). Bu çalışmanın sonuçları şu şekilde özetlenebilir: Küresel ölçekte 1960-2014 arasında CO2 emisyonu ve GSYH arasında göreceli ayrışma gözlemlenir. Bölgesel (territorial) CO2 emisyonları ve GSYH arasındaki ilişkiyi inceleyen çalışmalar genelde göreceli ayrışmaya işaret etmektedir. Bazı ülkelerde mutlak ayrışma da gözlemlenir. Ayrıştırma analizleri (decomposition analysis) ekonomik büyümenin karbon emisyonları arttıran birincil faktör olduğunu ve verimliliği arttıran teknolojilerin ve yapısal değişimlerin (çoğunlukla offshoring) karbon emisyonlarını azaltan faktörler olduğunu bulur. Materyal kullanımıyla ilgili olarak göreceli ayrışma çoğunlukla orta seviye bir ekonomik büyümesi olan ülkelerde gözlemlenir, mutlak ayrışma ise sadece çok yavaş ekonomik büyüme ya da resesyon dönemlerinde görülür. Hızlı endüstriyelleşme ya da hızlı ekonomik büyüme gösteren ülkelerde (örneğin Çin) ayrışma gözlemlenmez. Tüketim-temelli göstergeler genellikle ayrışma olmadığı sonucuna ulaşır. Enerji tüketimiyle ilgili olarak bazı çalışmalar sıkı bir ilişki bulurken bazı çalışmalar göreceli ayrışma bulurlar. Ekserji (exergy) için uzun vadeli bir ayrışma için kanıt yoktur. Her üç alanda da sürdürülebilirlik için gerekli olan türden bir ayrışma gözlemlenmemektedir. (Vaden ve ark., 2020) ekolojik sürdürülebilirlik için gerekli olan ayrışmanın küresel, mutlak, yeterince hızlı ve yeterince uzun süreli olması gerektiğini vurgularlar. Çalışma aynı zamanda literatürdeki 179 makaleyi kategorize ederek inceler ve ekolojik sürdürülebilirlik için gerekli olan türden bir ayrışmaya kanıt olmadığı sonucuna varır.
Küresel ölçekte 1900-2015 arasında yıllık materyal ekstraksiyonu 12 kat artarak 89 milyar tona yükselmiştir (Krausmann ve ark., 2018). 1973 ve 2002 yılları arasında küresel materyal tüketiminde (yıllık %1.8) göreceli ayrışma gözlemlenmektedir. Bu yıllar aynı zamanda kişi başına materyal tüketiminin de durağanlaştığı (yıllık %0.1) bir dönemdir. Fakat 2002’den sonra materyal tüketimi tekrar hızlanmıştır (yıllık %3.3) ve göreceli ayrışma durmuştur. Bunun sebebi gelişmekte olan ülkelerin ve özellikle Çin’in hızlı ekonomik büyümesi ve endüstriyelleşmesidir. Materyal tüketiminde benzer bir ivmelenme yıllık %3.7’lik bir büyüme oranıyla ikinci dünya savaşından sonraki hızlı endüstriyelleşme döneminde de gözlemlenir.
(Shao ve ark., 2007) tarafından yapılan, 1970-2010 yılları arasında 150 ülkeyi kapsayan bir çalışmada ekonomik resesyon dönemlerinde materyal tüketimindeki değişimleri inceler. Çalışmanın sonuçlarına göre resesyonlar ile DMC (yurtiçi materyal tüketimi) arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif korelasyon görülür. Çok düşük ve düşük ekonomik büyüme dönemlerinde istatistiksel olarak daha az anlamlı bir negatif korelasyon görülür. Resesyon, çok düşük (%0-1) ve düşük (%1-2) ekonomik büyüme dönemlerinde DMC ortalama olarak sırasıyla %4.9, %3.9 ve %2.9 düşmüştür. Fakat bunun materyal tüketimine uzun dönemli bir etkisi yoktur. Ekonomi resesyondan çıktıktan sonra materyal tüketimi önceki seviyelerine geri dönmektedir. Buna ek olarak, servis sektörünün ekonomi içindeki payının yüksek olmasının resesyon dönemlerinde ayrışmaya katkı yaptığı da bulunmuştur.
Bir önceki çalışmayla uygun olarak yapısal ayrıştırma analizleri (structural decomposition analysis) ekonomik büyüme ve nüfus artışının materyal tüketimini arttıran başlıca faktörler olduğunu bulur (Plank ve ark., 2018). Buna ek olarak, son 30 yılda Batılı ülkelerin ticaret zincirlerini daha düşük materyal verimliliğine sahip ülkelere uzatması küresel materyal tüketiminin artmasına sebep olmuştur. Bunun etkisinin yaklaşık 10 milyar ton materyal olduğu hesaplanmıştır.
(Steinberger ve ark., 2013) 1970-2005 yıllarını kapsayan dönemde farklı gelişmişlik seviyelerinden 39 ülke için ekonomik büyüme (kişi başına GSYH) ve materyal kullanımı (DMC) arasındaki ilişkiyi inceler. Buna göre gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelere kıyasla genellikle daha zayıf bir ekonomik büyüme-materyal tüketimi bağına (coupling) sahiptir. Bununla birlikte her iki grup içinde de ekonomik büyüme-materyal tüketim bağı ve bunların gelişimleri açısından heterojenlik görülür. Örneğin, Kolombiya ve Filipinler gelişmekte olan ülkeler olmalarına rağmen düşük bir ekonomik büyüme-materyal tüketim bağına sahiptir. İhracata yönelik birincil sektörleri sebebiyle Avustralya gibi bazı gelişmiş ülkelerde de çok yüksek ekonomik büyüme-materyal tüketimi bağı görülmektedir. Birleşik Krallık, Almanya ve Hollanda gibi ülkeler mutlak ayrışma göstermesine rağmen bunların sebepleri farklılık göstermektedir.
Bazı gelişmiş ülkeler materyal tüketimlerini ekonomik büyümeden ayrıştırmış gibi görünmesine rağmen bunun sebebi üretim temelli DMC göstergesinin kullanılmasıdır. (Wiedmann ve ark., 2015) tarafından gösterildiği gibi eğer DMC yerine tüketim temelli materyal ayakizi göstergesi kullanırsa gelişmiş ülkeler için gerçek bir ayrışmadan söz etmek mümkün değildir. İkisi arasındaki farkı anlamak için ticareti yapılan hayvanları düşünebilirsiniz. Bu hayvanlar büyük miktarda yukarı yönlü biyokütle biçiminde materyal ihtiva etmektedir. DMC, örneğin hayvan yemi şeklindeki yukarı yönlü biyokütleyi hayvanın yetiştirildiği ülkeye yükler, fakat materyal ayakizi bu biyokütle girdilerini de hayvanın tüketildiği ülkeye yükler. DMC sadece yurtiçi materyal ekstraksiyonuna ithalatı ekleyip (örneğin hayvanın kendisini) ihracatı çıkarır. Materyal ayakizi ise ithalat ve ihracatın hammadde eşdeğerlerini hesaplayarak aynı işlemi gerçekleştirir. Söz konusu çalışma ayrıca kişi başına materyal ayakizinin en büyük belirleyicisinin, kişi başı GSYH olduğunu da tespit etmiştir: %10’luk bir zenginlik artışı materyal ayakizini %6 arttırmaktadır.
Literatürde üzerine en çok çalışma yapılan etki ayrışması CO2 emisyonudur. Her ne kadar küresel ısınma açısından önemli olsa da sürdürülebilirlik için vekil olabilecek bir çevresel etki metriği değildir. Bunun sebebi ekosistemin genel durumu hakkında yeterince bilgi vermemesidir. Fakat yine de burada bazı çalışmalardan bahsedeceğiz. Literatürde özellikle yüksek gelir grubundaki ülkeler için çok sayıda mutlak ya da göreceli ayrışma örneği bulmak mümkündür (Guillet, 2010; Le Quere ve ark., 2019). Burada spesifik olarak hangi ülkelerin CO2 emisyonlarının nasıl değiştiğinden ziyade bu değişimlerin altındaki sebeplerin neler olduğunu inceleyeceğiz. Birazdan göreceğimiz üzere bu değişimler sistemin derinlerinde yatan bir ayrışma eğiliminin ürünü değildir.
Materyal tüketiminde olduğu gibi yapısal ayrıştırma analizleri ekonomik büyüme ve nüfus artışının enerji tüketimi ve karbon emisyonlarını arttıran temel faktörler olduğunu bulur (Lenzen, 2016). Buna karşın emisyon yoğunluğundaki (GSYH başına üretilen sera gazı) düşüş karbon emisyonlarını azaltan temel faktördür. Fakat bu ekonomik büyümenin ve nüfus artışının etkisini telafi edecek düzeyde olmadığı için yukarıda da belirttiğimiz gibi küresel ölçekte mutlak ayrışma görülmez.
Birçok çalışma 2007-08 finansal krizinin gelişmiş ülkelerin karbon emisyonundaki düşüşe yaptığı katkıyı vurgular. (Feng ve ark., 2015) 1997-2013 yılları arasında ABD’nin CO2 emisyonlarındaki değişimi yapısal ayrıştırma analizi ile inceler. 2007 yılına kadar artan emisyonların ana kaynağı ekonomik büyümeyken, 2007’den sonraki birkaç yıl içindeki düşüşler tüketimin azalmasıyla, devam eden yıllardaki düşüşler yavaşlayan ekonomik büyüme ve resesyon tarafından tetiklenen yapısal değişimler ve tüketim örüntüleri ile açıklanır. Buna ek olarak, resesyon sonrası toparlanma döneminde (2009-2013) kömürün doğalgaz ile ikame edilmesinin emisyonlardaki düşüşe yardımcı olduğu bulunmuştur. Birçok Avrupa ülkesinin CO2 emisyonları da ABD ile benzer bir örüntüyü takip etmektedir ve finansal krizin emisyonlar üzerine benzer etkileri olmuştur.
Bazı Avrupa ülkelerinin CO2 emisyonlarındaki düşüşün 1990’lara kadar uzandığını görmek mümkündür. Bu ülkelere bakıldığında sosyalizm geçmişleri olduğunu ve CO2 emisyonlardaki düşüşün sosyalizmin yıkılışıyla ve sosyalist ekonomilerinin geçirdiği hızlı dönüşümle ilgili olduğunu fark etmek çok zor değildir. Literatürde bu teoriyi doğrulayan empirik çalışmalar bulunmaktadır. (Schleich ve ark., 2001) Almanya’nın 1990’lardaki sera gazı emisyonlarındaki değişimi inceler ve emisyonlardaki düşüşün yaklaşık %50’sinin Doğu Almanya ekonomisinin çöküşü ve yeniden yapılandırılması ile ilişkili olduğunu bulur. Almanya’nın CO2 emisyonu düşüşleri büyük ölçüde 1990-1995 arasında gerçekleşmiştir ve on yılın ikinci yarısında düşüş hızı ciddi ölçüde yavaşlamıştır. Buna ek olarak, 1990-1995 arasında eski federal devletlerin emisyonlarında bir düşüş gözlemlenmezken, Batı Almanya’ya katılan Doğu Almanya’nın beş federal devletinde emisyonlar %43 düşmüştür. Yeni federal devletlerin ekonomisinin CO2 yoğunluğu eski federal devletlerinkinden 4 kat daha fazlaydı ve birleşme sonrası Doğu Almanya’nın enerji-yoğun endüstriyel sektörlerinin çöküşü Birleşik Almanya’nın enerji-yoğunluğundaki düşüşe büyük bir katkı yaparak CO2 emisyonlarının düşmesine yol açmıştır.
Avrupa’da sosyalizmin çöküşüne eşlik eden tek seferlik ekonomik yapısal değişimin ardından 2000’lerin başındaki güçlü ekonomik büyümeyle birlikte karbon emisyonları açısından işlerin tersi yönde gitmeye başladığı görülebilir. Avrupa Birliği’nin elektrik üretiminden kaynaklanan karbon emisyonları 2000’den 2007’ye kadar 1198 megatondan 1304 megatona yükselmiştir, 2015 yılında ise 970 megatona kadar düşmüştür. (Rodrigues ve ark., 2020) karbon emisyonlarındaki bu değişimi etkileyen faktörleri inceler ve 2000-07 arasındaki emisyon artışına en büyük katkı yapan faktörün ekonomik büyüme olduğunu, 2007-2015 arasındaki düşüşün ise büyük ölçüde yenilenebilir enerjinin payının artmasından ve fosil yakıt tüketiminin düşmesinden kaynaklandığını bulur.
Karbon emisyonlarındaki düşüşlerin 2007-08 krizinde olduğu gibi genellikle enerji krizlerine eşlik eden resesyonlarla ilgili olduğu anlaşıldığında önemli bir soru ortaya çıkar. Söz konusu krizleri en şiddetli şekilde yaşayan ülkelerin emisyonlarına bakıldığında genellikle krizlerin ardından emisyonların tekrar artmaya başlasa bile eski seviyelerine dönmediği görülmektedir. (Burke ve ark., 2015) tarafından yapılan bir çalışma resesyon sonrası karbon emisyonlarının daha yavaş artma eğiliminde olduğunu doğrulamaktadır. Bu durum özellikle gelişmiş ülkelerde görülen mutlak ayrışmayı yaratmaktadır. Buradaki soru bunun neden yaşandığıdır. Bunun bir açıklaması fosil enerji talebinin fiyat artışları ve düşüşlerine verdiği asimetrik tepkidir (Huntington, 2006). Enerji krizleri sırasında artan fiyatlar, enerjiden tasarruf etmeyi sağlayan teknolojik gelişmeleri teşvik eder. Fakat enerji krizi geçtikten ve fiyatlar düştükten sonra üreticiler eski tip teknolojilere dönmeyi tercih etmezler. Dolayısıyla fosil enerji talebi, başlangıçta düştüğü ölçüde tekrar yükselmez. Fosil enerji tüketimi, toplam enerji tüketiminin ve karbon emisyonlarının en büyük bileşeni olduğu için bu aynı zamanda karbon emisyonlarındaki artışın da yavaşlaması anlamına gelir.
Avrupa’nın ve diğer gelişmiş ülkelerin karbon emisyonlarındaki değişimlerin sebepleri detaylı bir şekilde incelendiğinde yeşil büyüme paradigması için çok daha az kanıt teşkil ettiği ortaya çıkar. Karbon emisyonları konusunda gelişmiş ülkelerde gözlemlenen mutlak ayrışma tek seferlik yapısal dönüşümlerin, resesyonların, fosil yakıtların birbiriyle ya da diğer enerji kaynaklarıyla ikame edilmesinin ve bunlara ek olarak hükümetlerin çeşitli çevresel politikalarının bir sonucudur. Bütün bunlar ayrışmanın doğal bir gelişim sürecinin parçası olarak gerçekleşemeyeceğini ve ekonomik büyümenin sürdürülebilirlik ile uyumsuzluğunu ortaya koyar.
Enerji tüketimiyle ilgili olarak Avrupa Birliği’nde 1990-2005 arasında göreceli ayrışma, 2005’ten sonra mutlak ayrışma görülmektedir. (Moreau ve ark., 2019) bu ayrışmanın önemli bir kısmının enerji-yoğun endüstrilerin yabancı ülkelere gönderilmesi gibi yapısal değişimlerle ilişkili olduğunu bulur. Enerji verimliliğindeki artışın da yapısal değişimlerle eşit derecede katkısı olmuştur.
(Lan ve ark., 2015) üstteki çalışmayı doğrulayan bir şekilde bir ülkenin kişi başı GYSH’sı arttıkça total enerji ayakizinin ithalata ya da tüketime kaydığını bulur. Aynı çalışma ayrıca 1990-2010 yılları arasında 186 ülkenin enerji tüketimini inceler. Küresel ölçekte söz konusu dönemde enerji tüketimi 211 EJ artmıştır. Bu artışın temel sebepleri ekonomik büyüme ve nüfus artışıdır. Makale yazarları ekonomik büyüme devam edildiği sürece sadece enerji verimliliğindeki artışlar ya da yenilenebilir enerji kaynakları ile enerji tüketimini düşürmenin zorluğunu vurgular.
Literatürdeki birçok çalışma enerjinin ekonomik büyüme açısından önemini ortaya koyar. (Sakai ve ark., 2019) Birleşik Krallık özelinde enerji verimliliğinin ekonomik büyüme üzerine etkisini ekonometrik bir modelle inceler ve termodinamik verimlilik kazanımlarının ve sermaye yatırımlarının ekonomik büyümeyi en fazla etkileyen iki faktör olduğunu bulur. Bu aynı zamanda enerji tüketimi ve GSYH arasındaki sıkı ilişkinin enerji verimliliğindeki artışların bir sonucu olduğunu gösterir. Dolayısıyla bu bulgular ayrışman açısından ciddi bir zorluk oluşturur.
(Heun ve Brockway, 2019) tarafından Gana ve Birleşik Krallık’ın (UK) ekserji tüketimi üzerine yapılan karşılaştırmalı bir çalışma termodinamik verimliliğin ekonomik büyümenin motoru olduğunu teyit etmektedir. Çalışmanın iki ülke için yaptığı ayrıştırma analizine göre 1971-2013 arasında UK’nin kullanışlı ekserji (useful exergy) artışındaki ana faktör termodinamik verimlilik artışı olmuştur. Gana için ana faktör birincil ekserji artışıdır. Bununla birlikte UK’nin termodinamik verimlilik artışı 2000 yılından itibaren durağanlaşmıştır. Bunun anlamı UK’nin yüksek ekonomik büyüme oranlarına dönüşü için tek yol birincil enerji tüketiminin artışıdır.
Bütün yazdıklarımızı özetlemek gerekirse; ayrışma ile ilgili yedi teorik argümanı ve ayrışmanın gerçekte olup olmadığı ve olduğu durumlarda hangi sebeplerle gerçekleştiğini inceledik. İkinci soruyu incelerken ayrışmayı materyal, enerji tüketimi ve karbon salınımı ile ekonomik büyüme arasındaki bağlantı açısından ele aldık. Teorik tartışmada ayrışmaya karşı dört argümandan ve ayrışma lehine kullanılan üç argümandan bahsettik. Artan enerji maliyetleri ve rebound etkisi ayrışmanın gerçekleşmesini zorlaştıran iki mekanizmadır. Buna ek olarak, problemin kaydırılması ya da başka yere ihraç edilmesi ayrışma delüzyonunun ortaya çıkmasına sebep olabilir. Ayrışma lehine ileri sürülen geri dönüşüm ve finansallaşma gibi argümanlar işe yaraması mümkün çözümler sunmazlar. Verimliliği arttırıcı teknolojik gelişmeler enerji ve materyal kullanımını düşüren faktörler olsa da ekonomik büyüme ters yönde işleyerek bu düşüşü telafi etmektedir. Empirik literatürde çok sayıda ayrışma örneği bulmak mümkündür fakat bunların sebepleri incelendiğinde yeşil büyüme paradigmasına uymadığı görülebilir. Gözlemlediğimiz ayrışma örnekleri her zaman büyük ölçüde yavaş ekonomik büyümenin, resesyonların, problemin başka problemle ikame edilmesinin, başka ülkeye gönderilmesinin ya da tek seferlik yapısal değişimlerin bir ürünüdür. Başka bir ifadeyle, bugüne kadar hiçbir ülke teknolojik inovasyon ve piyasa mekanizması yoluyla çevresel etkilerini ve kaynak tüketimini ekonomik büyümesinden ayrıştırmamıştır. Dahası, ayrışma, yeşil büyüme destekçilerinin iddia ettiğinin aksine kendiliğinden olan, kaçınılmaz ve geri döndürülemez değil tesadüfi ve geri çevrilebilirdir. Öngörülemez ve beklenmedik olayların ayrışmayı yaratması gibi öngörülemez ve beklenmedik olayların ekonomik büyümeyi hızlandırması sonucu çevresel etkiler ve kaynak tüketimi tekrar artmaya başlayabilir. Sonuç olarak, ekonominin enerji ve materyal girdi-çıktısının sürdürülebilir bir seviyeye düşürülmesi için yeşil büyüme paradigması teorik ve empirik bir geçerliliği olan uygun ve güvenilir bir yol sunmaz.
Referanslar:
Brown, J. H., W. R. Burnside, A. D. Davidson, J. P. DeLong, W. C. Dunn, M. J. Hamilton, J. C. Nekola, J. G. Okie, and N. Mercado-Silva. 2011. Energetic limits to economic growth. BioScience 61:19–26.
Burke P, Shahiduzzaman M, Stern D. 2015. Carbon dioxide emissions in the short run: the rate and sources of economic growth matter. Glob. Environ. Change 33:109–21
Capellán-Pérez, I., de Castro, C., Salamanca, A., González, L.J.M., 2018. Dynamic EROI of the global energy system in future scenarios of transition to renewable energies. Presented at the South-East European Conference on Sustainable Development of Energy, Water and Environment Systems, Novi Sad.
Cowen, T., and A. Tabarrok. 2015. Modern Principles of Economics. UK: Worth Publishers.
Dyrstad, J. M., Skonhoft, A., Christensen, M. Q. & Ødegaard, E. T. 2019. Does economic growth eat up environmental improvements? Electricity production and fossil fuel emission in OECD countries 1980–2014. Energy Policy 125: 103–109.
Fix, B., 2019. Dematerialization Through Services: Evaluating the Evidence. Biophys. Econ. Resour. Qual. 4, 6.
Greening, L.A., Greene, D.L., Difiglio, C., 2000. Energy efficiency and consumption — the rebound effect — a survey. Energy Policy 28: 389–401.
Guillet R 2010. Energy and economical growth: overview and global challenges Environ. Eng. Manag. J. 9: 1357–62.
Gordon,R.B., Bertram,M. and Graedel,T.E., 2006. Metal stocks and sustainability. Proceedings of the National Academy of Sciences of the United States of America, 103: 1209-1214.
Feng, K., Davis, S. J., Sun, L. & Hubacek, K. 2015. Drivers of the US CO2 emissions 1997–2013. Nat. Commun. 6, 7714.
Haberl, H. et al. 2020. A systematic review of the evidence on decoupling of GDP, resource use and GHG emissions, part II: synthesizing the insights. Environ. Res. Lett. 15 065003.
Haas, W., et al., 2015. How circular is the global economy? An assessment of material flows, waste production, and recycling in the European Union and the world in 2005. Journal of industrial ecology, 19: 765–777.
Hardt L, Owen A, Brockway P, Heun M K, Barrett J, Taylor P G and Foxon T J 2018. Untangling the drivers of energy reduction in the UK productive sectors: efficiency or offshoring? Appl. Energy 223: 124–33.
Heun, M. K. & Brockway, P. E. 2019. Meeting 2030 primary energy and economic growth goals: mission impossible? Appl. Energy 251, 112697.
Hickel, J. & Kallis, G. 2019. Is green growth possible? New Polit. Econ. 25: 469–486.
Huntington, HG 2006. A note on price asymmetry as induced technical change The Energy Journal, 27: 1-7.
Krausmann F, Lauk C, Haas W and Wiedenhofer D 2018. From resource extraction to outflows of wastes and emissions: the socioeconomic metabolism of the global economy, 1900–2015 Glob. Environ. Change 52: 131–40.
Lange, S., Kern, F., Peuckert, J., & Santarius, T. 2021. The Jevons paradox unravelled: A multilevel typology of rebound effects and mechanisms. Energy Research & Social Science, 74, 101982.
Lan, J., A. Malik, M. Lenzen, D. McBain and K. Kanemoto 2016. A Structural Decomposition Analysis of Global Energy Footprints. Applied Energy, 163: 436–451.
Lenzen, M. 2016. Structural analyses of energy use and carbon emissions—an overview. Econ. Syst. Res. 28: 119–132.
Le Quere C, Korsbakken J I, Wilson C, Tosun J, Andrew R, Andres R J, Canadell J G, Jordan A, Peters G P and van Vuuren D P 2019. Drivers of declining CO2 emissions in 18 developed economies Nat. Clim. Change 9: 213–17.
Missemer, A. 2012. William Stanley Jevons’ The Coal Question (1865), beyond the rebound effect. Ecol. Econ. 82: 97−103.
Moreau V, Neves C A D O and Vuille F 2019. Is decoupling a red herring? The role of structural effects and energy policies in Europe Energy Policy 128: 243–52.
Murphy, D.J., Hall, C.A.S., 2011. Energy return on investment, peak oil, and the end of economic growth: EROI, peak oil, and the end of economic growth. Ann. N. Y. Acad. Sci. 1219: 52–72.
Parrique, T. et al. Decoupling debunked: evidence and arguments against green growth as a sole strategy for sustainability, (European Environmental Bureau, 2019).
Plank B, Eisenmenger N, Schaffartzik A and Wiedenhofer D 2018. International trade drives global resource use: a structural decomposition analysis of raw material consumption from 1990–2010 Environ. Sci. Technol. 52: 4190–8.
Prior, T., Giurco, D., Mudd, G., Mason, L., & Behrisch, J. 2012. Resource depletion, peak minerals and the implications for sustainable resource management. Global Environmental Change, 22: 577–587.
Reuter, M., Schaik, A., Ballester, M., 2018. Limits of the Circular Economy: Fairphone Modular Design Pushing the Limits. World Metall. - ERZMETALL 71.
Rodrigues, J. F. D., Wang, J., Behrens, P., & de Boer, P. 2020. Drivers of CO2 emissions from electricity generation in the European Union 2000–2015. Renewable and Sustainable Energy Reviews, 133: 110104.
Sakai M, Brockway P E, Barrett J R and Taylor P G 2019. Thermodynamic efficiency gains and their role as a key ‘engine of economic growth’ Energies 12 110.
Saunders, H.D., 1992. The Khazzoom-Brookes Postulate and Neoclassical Growth. Energy J. 13: 131–148.
Schandl, H., et al., 2016. Decoupling global environmental pressure and economic growth: scenarios for energy use, materials use and carbon emissions. Journal of cleaner production, 132: 45–56.
Schleicha, J., Eichhammera, W., Boedea, U., Gagelmanna, F., Jochema, E., Schlomanna, B., & Ziesingb, H. J. 2001. Greenhouse gas reductions in Germany - Lucky strike or hard work? Climate Policy, 1: 363–80.
Shao, Q., Schaffartzik, A., Mayer, A., Krausmann, F., 2017. The high ‘price’ of dematerialization: a dynamic panel data analysis of material use and economic recession. J. Clean. Prod. 167: 120–132.
Steinberger J K, Krausmann F, Getzner M, Schandl H and West J 2013. Development and dematerialization: an international study PLoS One 8 e70385.
Vadén, T., Lähde, V., Majava, A., Järvensivu, P., Toivanen, T., Hakala, E.,& Eronen, J.T. 2020. Decoupling for ecological sustainability: A categorization and review of research literature. Environmental Science and Policy, 112: 236–244.
Van den Bergh, J.C.J.M. van den, 2017. Rebound policy in the Paris Agreement: instrument comparison and climate-club revenue offsets. Clim. Policy 17: 801–813.
Ward J D, Sutton P C, Werner A D, Costanza R, Mohr S H and Simmons C T 2016. Is decoupling gdp growth from environmental impact possible? PLoS One 11 e0164733.
West, J., 2011. Decreasing metal ore grades. Journal of Industrial Ecology 15: 165– 168.
Wiedmann, T. O. et al. The material footprint of nations. 2015. Proc. Natl Acad. Sci. USA. 112: 6271–6276.
Wiedmann T, Lenzen M, Keyßer LT, Steinberger JK. 2020. Scientists’ warning on affluence. Nature communications. 11:1–10.