Önceki yazıda Malthus tuzağının ne olduğunu açıklamıştık. O yazıda gördüğümüz gibi aslında sadece inovasyon yoluyla Malthus tuzağından kaçış kısa ve geçicidir. Fakat görünüşe göre 18. yüzyılın sonlarından başlayarak insanlık çok daha uzun bir süre boyunca Malthus tuzağından kaçmayı başardı. Bazılarına göre bu kalıcı ve geri döndürülemez bir dönüşümü temsil ediyor. 18. yüzyılın sonlarında gerçekten ne oldu ve sonsuza kadar Malthus tuzağından kurtulduk mu?
Geçtiğimiz birkaç yüzyılda neler olup bittiğini anlamanın basit bir yolu elimizdeki ekonomik modellerin büyümenin nereden geldiği konusunda ne söylediğine bakmaktır. Kritik olan nokta model öylesine temel ki tanımladığı ilişkiler tüm zamanlar ve tüm yerler için geçerlidir. Fakat problem elimizde birden fazla ekonomik model var. Neoklasik iktisada göre ekonomik büyüme modeli basitçe şu şekildedir:
Neoklasik iktisadın modellerine inanan bir iktisat tarihçisi iseniz uzun dönemli ekonomik büyümenin kaynağı A olarak ifade edilen faktördür. Buna toplam faktör verimliliği (TFP) de denilmektedir. Matematiksel model bize A faktörünün ne olduğunu söylemiyor çünkü bu faktör modeli veriye uydurmak amacıyla koyulan bir artık (residual) olarak işlev görüyor. Bazen ifade edildiği gibi TFP bir anlamda bizim cehaletimizin bir ölçüsüdür. TFP’nin ne olduğunu model bize söylemiyorsa onun hakkında hipotezler ortaya atabiliriz. Neoklasik iktisatçıların favori hipotezi ise TFP’nin aslında teknoloji/inovasyon olduğudur. Bundan sonra soracağımız soru açıktır: Neden 1800’den sonra TFP hızla artmaya başladı ve öncesinde neden bu şekilde bir artış sergilemiyordu?
A faktörüne ilişkin hipotezlerden farklı olarak A’nın neden Sanayi Devrimi ile birlikte hızla artmaya başladığını açıklayan hipotezler oldukça çeşitlidir. Örneğin, yeni kurumsalcılara göre ekonomik büyümenin ve sanayi devriminin temel sebebi kurumlardır. Joel Mokyr’e göre temel sebep kültürdür. Daha ilginç bir açıklama ise Gregory Clark’ın genetik hipotezidir. Basitçe Clark, Britanya ve daha genel olarak Kuzey-Batı Avrupalıları farklı kılan şeyin genleri olduğunu düşünmektedir. Bu bakış açıları neoklasik iktisatçıların ekonomik büyümenin bir sınırı olamayacağı fikrinin entelektüel kökenini oluşturmaktadır. Ekolojik iktisatçılar büyümenin biyofiziksel sınırlarından bahsettiğinde neoklasikçilerin bunu kavrayabilmeleri mümkün değildir çünkü kurumların ya da kültürün biyofiziksel sınırlarından nasıl bahsedilebilir ki? Benzer şekilde Batı Avrupalıların genetik yapıları değişmediği sürece ekonomik büyümenin de sekteye uğramasını beklemek için bir sebebimiz olmasa gerek. Ekonomik büyüme modeliniz temel işlevini yerine getiremeyip büyümeyi açıklamadığında gerçekten sınırsız olan şey uydurabileceğiniz hipotezlerin sayısıdır.
Neoklasik iktisat paradigmasının dışında kalıyorsanız sanayi devriminin kökeninin ne olduğu sizin için daha barizdir. Çünkü sanayi devriminin sebebi olabilecek sayısız soyut faktörün aksine Britanya sanayi devriminde oynadığı rol herkesçe bilinen tek bir somut faktörden bahsetmek mümkündür. Neoklasik iktisat tarihçilerinin fikirlerini dayandırdığı bir neoklasik büyüme modeli olması gibi ekolojik iktisatçıların da sanayi devrimi teorileri için temel alabileceği bir büyüme modeli bulunmaktadır. Ekolojik iktisatçıların büyüme modeli matematiksel olarak şu şekildedir:
K ve L benzer şekilde bu modelde de bulunmaktadır. Fakat yukarıdaki modelden farklı olarak A’nın yerini farklı bir faktör doldurmaktadır. Bu enerjinin, ekonomik büyümeye yaptığı katkıyı ifade etmektedir. Olması gerektiği gibi modelin kendisi bize TFP’nin gerçekte ne olduğunu açıklamaktadır ve onun hakkında hipotezler kurmayı gereksiz kılmaktadır.
Ekolojik iktisadın büyüme modeli bize ekonomik büyümenin enerji tüketiminden geldiğini söylemektedir. Ne tesadüf ki Britanya Sanayi Devrimi kömürden gelen fosil enerjinin giderek artan oranlarda kullanıldığı bir dönemde gerçekleşmiştir.
Eğer ekonomik büyüme enerji tüketiminden geliyorsa teknolojinin rolünün ne olduğu sorusu ortaya çıkar. Ekolojik iktisadın büyüme modeli bize ne türden inovasyon/teknolojilerin ekonomik büyümenin motoru olabileceği konusunda fikir vermektedir. İlk olarak, enerjinin, kullanışlı işe dönüşümü belirli bir verimlilik düzeyinde gerçekleşmektedir. Fiziksel bir üst sınırı olmasına rağmen enerji kullanan makinelerin teknolojik gelişimi enerji dönüşümünün verimliliğini arttırarak ekonomik büyümeye sebep olabilir. İkinci olarak, enerji tüketecek yeni türden makinelerin geliştirilmesi de enerji tüketimini arttırarak ekonomik büyümeye sebep olabilir. Britanya Sanayi Devrimi sırasında buhar makinesinin oynadığı rol tam olarak buydu. Benzer şekilde içten yanmalı motorların icadı petrol temelli endüstriyelleşmenin ve 2. Dünya Savaşı sonrası ekonomik büyümenin teknolojik arka planını oluşturmaktadır. Son olarak, enerji çıkarımını hızlandıracak herhangi bir inovasyonun ekonomik büyümeye sebep olacağını düşünebiliriz.
Bu noktada sorulabilecek sorulardan biri Sanayi Devrimini başlatan teknolojik inovasyonların (örneğin buhar makinesi) neden Britanya’da icat edildiği ve başka yerlerde icat edilmediği. Bunun basit bir cevabı Sanayi Devrimine giden yolda halihazırda Britanya’nın çok yüksek kişi başı kömür tüketim oranlarına sahip olmasıdır. Kömürün kullanımına ilişkin yeni icatların aşırı miktarlarda kömür tüketen bir bölgede çıkması oldukça doğaldır. Eğer bu cevap yeterince tatmin edici değilse belki neoklasik iktisatçıların teknoloji/inovasyonu açıklamak için ortaya attıkları hipotezlere başvurulabilir. Fakat nihayetinde bunlar en fazla resme son dokunuşu yapacak yardımcı hipotezler olarak işlev görebilir.
Öyleyse gerçekten Malthus tuzağından kurtulduk mu? Malthusçu dünya refah seviyesini arttırmaya hizmet edilebilecek olan üretim fazlasının daha fazla insana dönüştüğü bir yerdir. Dolayısıyla Malthus tuzağından kurtulmanın en kesin yolu doğum oranlarını azaltarak popülasyonun daha düşük bir büyüklükte dengede kalmasını sağlamaktır:
Elbette, aynı şeyi ölüm oranlarını arttırarak da yapmak mümkündür fakat bu durumda daha yüksek bir maddi tüketimi daha kısa ve acı dolu bir yaşamla takaslamış olursunuz. Bunun insanlar açısından pek arzu edilir olmadığı açıktır.
Malthus modeliyle ilgili yaygın bir inanç modelin Sanayi Devrimiyle birlikte geçersiz hale geldiğidir. Sanayi Devrimi sonrası popülasyon dinamikleri sadece Malthus’un modeli ile açıklanamayacak kadar karmaşık hale gelmiştir fakat modelde tarif edilen ilişkilerin Sanayi Devrimi ile ortadan kalktığına dair bir işaret ya da teorik gerekçemiz yoktur. Britanya’da Sanayi Devriminin erken dönemlerinde Malthus modeliyle uyumlu bir şekilde artan doğum oranlarının aracılık ettiği bir nüfus patlaması yaşandı. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde Sanayi Devriminin yarattığı muazzam üretim artışına rağmen kişi başı gelir artışı popülasyon büyümesine kıyasla oldukça yavaş kaldı. Diğer bir ifadeyle Sanayi Devriminden kaynaklı gelir artışının birincil etkisi popülasyonu arttırmak yönündeydi.
Sanayi Devriminden yaklaşık 100 yıl sonra Fransa’da Sanayi Devrimi öncesi 1760’larda başlayan doğurganlık geçişi (fertility transition) Anglosfer’e de sıçradı. Geri kalan Avrupa ülkeleri de Birinci Demografik Geçişe çok geçmeden eşlik ettiler. 1929 Buhran’ı ve İkinci Dünya Savaşı’na giden süreçte doğurganlık oranları düşmeye devam etti ve ekonomik çöküşün en şiddetli yaşandığı bu dönemlerde kısa bir süreliğine Batılı ülkelerde yenilenme seviyesinin altına geriledi. Fakat İkinci Dünya Savaşı sonrası petrol temelli ikinci endüstriyelleşme döneminde doğum oranlar tekrar yükseldi. Sanayi Devriminin yaklaşık ilk 200 yıllık dönemi içerisinde doğum oranları bahsettiğimiz kısa periyod hariç her zaman yenilenme seviyesinin üzerinde seyretti. Görünüşe göre bu periyod popülasyon dinamiklerinde Malthusçu elementlerin ağır bastığı bir zamana karşılık gelmektedir. Neyse ki 1970’lerde başlayan İkinci Demografik Geçiş Sanayi Devriminden kaynaklı üretim artışının meyvelerinden genel halk kitlelerinin daha fazla faydalanmasını mümkün kılmıştır.
Doğum oranlarını düşürmek hem tarım hem de endüstriyel toplumlar için kişi başı gelir düzeyini arttırmanın en etkili yolu. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu yapmanın diğer bir yolu ekonomik üretimi yani enerji tüketimini arttırmak. Önceki yazıda açıkladığımız sebeplerle tarımsal güneş enerji sisteminde bu sadece geçici değil aynı zamanda oldukça kısa sürmektedir.
Endüstriyel sistem ise fosil enerji sistemine dayanmaktadır. Aradaki temel fark tarımsal güneş enerji sisteminde sabit ve sınırlı bir güneş enerjisi akışını fotosentez aracılığıyla yakalayıp kullanıyorsunuz, fosil enerji sisteminde ise geçmişte fotosentez aracılığıyla yakalanmış ve yer altında birikmiş bir güneş enerjisi stoğunu kullanıyorsunuz. Kritik nokta şu ki fotosentez oldukça verimsiz bir teknoloji, dolayısıyla güneşten dünyaya gelen enerji akışı ne kadar büyük olursa olsun bunun sadece çok ufak bir kısmını ekonomik aktivitelerimiz için kullanabiliriz. Buna karşın güneş enerjisi stoğu ise inanılmaz bir bolluktadır çünkü on milyonlarca yıl boyunca birikmeye devam etti. Ne var ki o da sınırsız değildir. İkinci kritik nokta güneş enerjisi akışı sonsuzdur ve onu hasat ettiğimiz bitki biyokütlesi kendini yeniden üretebilir. Bunun anlamı basitçe tarımsal güneş enerji sistemi gerçek anlamıyla yenilenebilir bir enerji kaynağına dayanmaktadır. Fosil hidrokarbon stoğu ise yenilenemezdir çünkü onu üreten jeolojik süreçler oldukça yavaş çalışmaktadır. Aşağıdaki grafikte yenilenebilir ve yenilemez bir kaynağın üretim oranlarının neye benzeyeceğini görebilirsiniz. Dünya gibi bir gezegende mümkün olmayan şey ise sınırsız üstel büyümedir.
Bir yenilenemez doğal kaynağın çan eğrisi şeklindeki tek seferlik yükseliş ve düşüş döngüsünün ömrünün ne olacağını söz konusu doğal kaynaktan başlangıçta ne kadar olduğu ve onu ne kadar hızlı çıkardığımız belirler. Küresel fosil hidrokarbon stoğu söz konusu olduğunda bu döngünün 300-400 yıl civarında süreceğini söyleyebiliriz. Bunun ilk yarısı yükseliş, ikinci yarısı düşüş olacak. Örneğin, modern petrol çıkarımının tarihi 1859 yılında Edwin Drake, Pennsylvania’da ilk petrol kuyusunu açtığında başladı. Küresel ham petrol üretimi 2018 yılında zirveye ulaştı ve önümüzdeki yıllarda düşmeye başlayacak.
Eğer ekolojik iktisadın ekonomik büyüme modeli doğruysa fosil hidrokarbon zirvesinden sonra endüstriyel sistemin evrileceği yön uzun bir ekonomik daralma olacak. Fosil enerji tüketiminin düştüğü Batılı ülkelerde endüstriyel üretimdeki daralma halihazırda önemli bir boyuta ulaşmış durumda. Yakın zamanda Rusya-Ukrayna savaşının sebep olduğu enerji krizi durumu daha da kötü bir noktaya taşıdı. Küresel fosil hidrokarbon üretimi düşmeye başladığında dünyanın geri kalanının da Avrupa’ya eşlik etmesi kaçınılmazdır.
Özetle, insanlık doğurganlık geçişi yoluyla Malthus tuzağından kaçış konusunda önemli bir adım atmış gibi görünüyor. Bununla birlikte bu konuda da fazla ileri gittiğimiz aşikar zira Afrika hariç Dünyanın neredeyse her yerinde doğurganlık oranları yenilenme düzeyinin fazlasıyla altına gerilemiş durumda. Bunun sebepleri ve tekrar nasıl yükseleceği belirsiz. Endüstriyel üretimi arttırmaya gelince durum ne yazık ki pek iç açıcı değil. Tarımsal güneş enerji sistemindeki inovasyonlar gibi fosil enerji sistemine bağlı endüstriyel üretimdeki artış da kaçınılmaz olarak geçicidir.